5.7.11

BİR AŞK HİKAYESİ



Bir Aşk Hikayesi


 ...Kapıya doğru yaklaştı: Kapının öbür tarafında biri vardı ve karanlık silüetini camın arka tarafında bir gölge gibi hissedebiliyordu. Adımlarını sıklaştırdı, gölge de aynı hızla kapıdan öte yana doğru gitti. Birden duraksadı, gölge de duraksadı. Kapıyı tek bir hamlede açtı ama kimseyi göremedi. Hayal kırıklığı hissiyle uyandı...

...Biri kanepeye uzanmıştı, uyuyordu. Yüzü duvara dönük, cenin pozisyonunu almıştı. Nefes alışverişi düzenli ve derindi. Diğeri koltukta oturuyor, kafası önüne düşüp duruyordu uykusunda. Arkada bir cam, yaz gecelerinin akşam serinliğini içeri taşıyordu. Gözlerini kapadı. Gitmek istiyordu ve sabırsızlanıyordu. Uyumamalıydı, yoksa geceyi orada geçirmek zorunda kalacaktı. Uykuya karşı koyup gözlerini açtı. Gözlerini açmasıyla diğer ikisi de gözlerini açtılar. Sonra tekrar kapattılar ve konuşmaya başladılar. Yüzü duvara dönük olan şimdi sırtını duvara vermiş, gözleri kapalı ama sanki bakışları üzerindeydi. Öteki ise başı öne eğik, el hareketleriyle konuşmasını pekiştirir bir ölüyü andırıyordu. İlkin ikisi de aynı anda konuştu, sonra düzene girdi diyalog. Önce biri konuşuyor, diğeri ötekini anladığını belirten belli belirsiz bir kafa hareketi yapıyor, kıpırdanıyor ve konuşmayı ele alıyordu. Dediklerini anlamayan birisi için, dışarıdan bakıldığında pek bir tuhaflık yoktu. Fakat birbirini tamamlamıyorlar, her konuşmacı değiştiğinde konu da değişiyordu. Bir kitabın yorumu yapılırken, kitapla alakasız bir filmden bahsediliyor, sonra ne kitapla, ne de filmle alakalı bir oyuncudan ya da yönetmenden konu açılıyordu. Bu böyle sürdü ve gitti. Bir süre şaşkınlıkla uykusunda konuşan ikili üzerinde gözleri gidip geldi. Sonra bir yere varmayan diyaloğu takip etmeyi bıraktı. Kanepeye uzandı. Göz kapakları ağırlaştı ve kapandı. Aynı anda konuşmalar da kesildi. Sadece rüzgarın üzerinden eserken yarattığı serin okşamayı hissediyordu...

...Aynı odadaydı, pencere kapanmış, oda havasız ve sıcak olmuştu. Gözlerini açtığında, odada bulunan iki kişinin başında ona doğru eğildiklerini gördü. Endişeli halleri vardı. Sarsmaya başladılar kendisini. Konuşamıyorlardı. Dilsiz insanlar gibi sadece anlaşılamayan sesler çıkıyordu ağızlarından. Kapıyı gösteriyorlardı. Korkularından, dişleri birbirine vuruyordu. Kalktı. Sıcaktan terlemeye başlamıştı. İkisi de bir adım arkasından meraklı bir şekilde yapacağı hamleyi bekliyordu. Kapıya doğru yaklaştı: Kapının öbür tarafında biri vardı...

...Uyandığında yağmur yağıyordu. Yağmurun yarattığı nemli toprak kokusu açık pencereden içeri girip, burnuna nüfus ediyordu. Derin bir nefes aldı. Odada yağmur sesinden başka çıt yoktu. Açık pencereden dışarı, sokağa baktı. Bir kişi yağmurdan kaçar gibi koşuyordu. Üstü başı yağmurdan değil de sanki terden sırılsıklam olmuştu. Birden durdu ve pencereye baktı. Sonra tekrar koşmaya başladı ve sokağın diğer ucunda kayboldu...

...Sıkılmıştı. Gitmek istiyordu. Yağmurun dinmesini bekledi. Yaz yağmuruydu; geldi ve geçti. Havada tek bir bulut bile gözükmüyordu. Yıldızların hepsi yıkanmış, daha da parlak göz kırpıyorlardı. Hızlı davranarak eşyalarını toparladı. Kapıyı açacak olan anahtarı aradı gözleriyle. Tezgahın üzerinde buldu ve cebine koydu. Kapıya doğru yürüdü. Kapının ardında birinin karaltısını seçer gibi oldu. Temkinle kapıya yaklaştığında, karaltı yok olmuştu. Elini kapının tokmağına götürdü. Kapıyı açmak üzereydi ki varlığını bile unuttuğu odadakiler uykularında tek bir ağızdan bir şey mırıldandılar. Tam olarak anlayamadı ağızlarından çıkanı. İki üç kelimelik bir cümleydi. Bir süre eli kapının tokmağında duraksadı. Başka bir ses işitmeyince kapıyı açtı ve dışarı çıktı...

...Yağmurun ardından etraf sakindi. Sokağın ortasında ince şerit halinde bir kuruluk sokağın sonuna kadar uzuyordu. Kuruluğun üzerinde ıslak ayakkabı izleri az önce geçen kişiye ait olmalıydılar. Hiç düşünmeden adımları takip etti. Sokağın köşesine gelmeden adımlar yerini ıslak zemine bırakıyordu. Orada durdu. Etrafına bakındı ama kimseyi göremedi. Bulunduğu yerden çıktığı evin penceresi gözüküyordu. Pencereye baktığında, pencerenin kapalı olduğunu, iki dilsizin camın ardından gözleri faltaşı gibi açılmış kendisini izlediğini gördü. Onlara aldırmadı ve bakışını sokağın karanlık köşesine çevirdi. Bir gölgeyi fark eder gibi oldu. Karanlığın içine doğru adımlarını attı ve pencerenin görüş alanından çıktı. Vücudu tamamen karanlığa gömülmüştü. Burnuna yoğun bir parfüm kokusu geldi...    

Orkan Sipahi
8.04 pm – 5.7.11
ASM

11.6.11

AMAÇSIZ YAZILMIŞ BİR DENEME



Amaçsız Yazılmış Bir Deneme

...Boşlukta parçalara ayrıldı sesi. Duvarlardan yankılanan ve sessizliği delen sözler kulağına çarparak uyandı. İşittiği her kelimenin yerine şimdi bir çınlama kalmıştı. Sessizlikte ve loş ışıkta kendini sanki boşlukta asılı kalmış hissetti. Bilinci yerine gelmemişti henüz. Şaşkınlık içerisinde boşluğa bakakaldı bir süre. Ne zaman uykuya daldığını hatırlamıyordu, ne yaparken uykuya daldığını da anımsayamadı. Rüyasını geri çağırmaya çalıştı. Parçaları tutmaya çalışşa da ellerinin arasından su gibi kaydı. Sesin geldiği noktaya baktı, sanki konuşan ses sağ tarafından gelmişti. Kitaplığın sakin duruşundan başka bir şey görmeye çalıştı. Gözleri karanlığa bir süre alıştıktan sonra tek görebildiği kitaplarıydı. Uyuyakaldığına emin olamıyordu. Sanki devam ediyordu rüyasi. Arkasındaki kapıdan kedi miyavlaması duydu. Dalgın ve düşünceli halinden dolayı ilkin irkti, sonra karanlıktaki biraz ışıkta parlayan sarı gözeri ve simsiyah tüyleri olan kedisini aldı kucağına. Önünde açık kitapları ve bekleme moduna geçmiş bilgisayar ekranının yanıp sönen turuncu ışığı ile masasının başındaydı. Kedisi halinden hoşnut bir halde mırıldanmaya ve kucağında kendine yer edinmeye başlamıştı. Bir süre gözlerini kapadı ve düşünmeye çalıştı. Çok yorgundu...

...Odada üç kişi vardı. Biri asabi ve sitem doluydu. İçine kapanık, net olmayan bir tavrı vardı. Kitaplığın önüne çökmüş hızlı yudumlarla titreyen elindeki kadehten şarabını içmekteydi. Bir diğerinin ise görevi ortamdaki gergin havayı yumuşatmaktı. Ne kadar gülümsemeye ve iyi niyetiyle konuşmaya çalışırsa çalışşın, çabası boşa gidiyor, ortam daha da geriliyor, eli titreyen kadın şarabı şişeden kadehine boşaltırken yerlere saçıyor, kadehi taşıyor ve ellerinden üstüne damlıyordu. Bir yandan gözünde yaşlar oluşuyor ve gözlerini kapayarak damlaları göz bebeklerinden yanaklarına doğru itiyordu. Ağzına kadar doldurduğu kadehini özensiz biçimde yanı başına koydu, şaraplı elini saçlarının arasına geçirdi, ağlamaktan utanmış gibi gözlerini koluyla kapadı, ama dudağını büzmüş hali hıçkırıkların az sonra geleceğini bildirmekteydi. Üçüncü kişi ise orada bulunmaktan çekinir bir halde ve tek amacı bu iki kişiyi rahatsız etmemekmiş gibi sesi soluğu çıkmadan, şaşkınlıkla olan biteni izleyen kendisiydi. Kucağında kedisi uykuya dalmış, önünde kitapları açık, bilgisayarı bekleme modunda...

...Tekrar kütüphaneye doğru baktığında, kitapları sanki onunla alay ediyorlardı, hiçbirinden bir kıpırtı ya da bir ses çıkmıyordu ve bu onu deli ediyordu. Sanki konuşmalarını istiyordu kitaplardan, kendisine bir şeyler söylemelerini, onunla sohbet etmelerini istiyordu. Ama tek gördüğü sakin rafların üstünde uyuklayan kitaplar sürüsüydü. Kitapların uykularındaki soluk alışverişinde bir terslik işitiyormuş gibi kedisi kulaklarını kütüphane tarafına yöneltmiş, gözlerini uykulu uykulu aralamış, o tarafa bakıyordu. Bir süre sonra ilgisini yitirmiş bir biçimde gözlerini kapadı ve uykusuna geri daldı. Bunun üzerine bakışını bir kez daha kütüphane tarafına yöneltti, bir şeyler görmeye gerçekten kendini inandırarak. Gördüğü koca bir hiçti. Bir süre sonra tik tak sesler çıkaran karanlıktaki duvar saati, ilgisini üzerine odaklamasını sağlamıştı. Saatin gecenin kaçı olduğuna aldırmayarak tik taklara takıldı kulağı. Bir yandan tik taklarla uyumsuz seyreden bilgisayar ekranının turuncu ışığına taktı gözlerini. 15 ile 20 tik tak arasında birkaç kere beraber uyum içinde gidiyorlarmış gibi hissetti. Elini kalbine götürdü. Hepsinden hızlıydı ve nedensiz bir şekilde kendisiyle gurur duyarak, dudaklarını aralamadan yandan sırıttı. Kulaklarını tik taklardan ayıramadan bilgisayar ekranına boş boş bakmaya koyuldu. Bir süre anlamsızca baktıktan sonra tik takın yerine yanıbaşında başlayan yatıştırma sözleri aldı. Aynı anda bilgisayar ekranında ağlayan kadın belirmeye başladı. Yüzündeki çilleri ayrıntısıyla seçebiliyordu. Kamera yüzüne yaklaşmıştı sanırım. Göz damlaları ince ince şeritler oluşturarak yanaklarından aşağı süzülüyor ve oradan üzerine damlıyordu. Odadaki konuşanın kim olduğu gözükmüyordu. Adamın ağzından çıkanlar seçilmiyordu. Ortada yankılanan, olduğundan yüksek sesli bir konuşma kızın ağlayan sesine karışıyordu. Kadının beyaz teni, kızıla çalan saçları, koyu yeşil gözleri, kemikli ince kollarından başka pek bir ayrıntı seçilemiyordu. Burnuna kadar gelen şampuan kokusu ile beraber kadını kolları arasına almış olduğunu ve onun başını tutarak, dudaklarını saçlarının üzerine dayamış olduğunu fark etti. Konsantre oldu ve adamın sesini kafasının içinde kısmayı başarabildi. Aynı anda şampuan kokusu da kayboldu ve kız kollarının arasından kayarak yok oldu. Tik tak sesleri geri gelmişti...

...Karanlığın içinde dünyanın sesini çıkaran duvar saatine baktı kaşlarını çatarak. Sanki bakışıyla saatin sesini kesmek istiyordu. Saatin kaç olduğunu anlamak için uzunca süre gözlerini kırpıştırdı ve kıstı. Yelkovan ile akrepin kaçı gösterdiğini çıkaramadı. Pes etti. Elleriyle masanın üstüne ritim tutmaya başladı tik tak seslerini duymamak için. Kedi uykusunda kulaklarını bilinçsizce ritme doğru çevirdi, uykusundan uyandı, esnedi, gerindi ve başka odaya gitmek üzere kucağından atladı. Çıkmadan önce kapı eşiğinde durarak kütüphaneye doğru bir kaç saniye bakmaya koyuldu. Sonra istifini bozmadan kapıdan dışarı, karanlığa gömüldü. Bunun üzerine ritim tutmayı bırakıp, saate doğru atıldı. Saatin üç buçuğa geldiğini görünce kendini bir kez daha yorgun hissetti. Saati duvardan söküp pillerini çıkardı ve masanın üstüne koydu. Yatağına doğru gitti ve kendisini yatağının üstüne bıraktı. Yatağı onu içine gömdü, ona huzurunu bulaştırdı ve onu uykuya davet etti. Gözleri ağırlaşarak bu daveti kabul etti...

...Saat 4.50’yi gösteriyordu. Saniye sayacı 5’e yakın bir yerde takılı kalmış, akrep yelkovanın görevini üstlenmiş, yelkovan ise tik tak sesinin şiddetini arttırmış, elinde kadeh ağlıyordu. Akrepin kendini yenileyen yatıştırıcı sözleri bir anlam ifade etmeyerek, tik takların arasında kamçılanıyor, saniye sayacı ise bu duruma daha fazla katlanamayarak kaçmaya çalışıyor, fakat olduğu yerden kıpırdayamıyordu. Bunun üzerine yelkovan hızlanarak dönüyor, aynı tik tak sesleri odanın içinde frekansını arttırıyordu. Saatin titrek saniye sayacı daha fazla dayanamayarak tüm saati şaraba buladı. Tik tak sesleri bir süre sonra kedi miyavlamasına dönüştü, odaya yeniden sessizlik hakim oldu. Birden kucağında bir şey hissetti, sıcak ve tüylü, kendine özgü bir ağırlığı olan. Gözlerini açtığında kalbinin ritmi bozulmuş, nasıl atacağını unutmuş gibi çarpıyordu. Bunu sezen kucağındaki canlı, uyarı niyetiyle uysal bir şekilde miyavladı. Etraf aydınlanmaya başlamıştı. Gözlerini tavana dikerek dün geceyi düşündü. Ne yaptığını fazla anımsayamadı. Kütüphane tarafına doğru bir bakış attı. Yerdeki beyaz halının üstü bordo bir renk almıştı, yerde yarısı dolu bir kadeh ve yuvarlanmış bir boş şişe duruyordu. Masasının üstünde saati pilleri çıkarılmış bir şekilde açık kitaplarının üstünde durmaktaydı. Bir anlam veremedi. Bilgisayar ekranının turuncu ışığından başka bir hareketlilik yoktu odasında. Kedisi ayakucunda kendine yer edinedek kıvrılmış ve yalanmaktaydı. Dilinin tüylerinin üzerinde çıkardığı sesi duyumsayabiliyordu. Aklına dünü hatırlatan tek bir görüntü bile gelmedi. Saatin kaç olduğunu merak ederken kapısı çaldı. Sessizliği delerek bütün evi dolduran kapı zilinin artçı yankıları yine sessizliğe karıştı. Bir süre yattığı yerde kaldı. Sonra ani bir hareketle kalktı ve kapıya yöneldi. Kapıya kadar geldiğinde üzerinde iç çamaşırından başka bir şey olmadığını fark etti ve altına bir şeyler giymek için odasına geri döndü. İlk zilin ardından iki dakika kadar geçmemişti ki ikincisi çaldı. Şaşkınlıkla acele etmeksizin, zil sesinin sessizliğe karışmasını bekledi, pantolonunu giydi ve kapıya yöneldi. Kim o diye seslendi, fakat bir yanıt alamadı. Kapının deliğinden baktığında apartmanın karanlık boşluğundan başka bir şey göremedi. Merakına yenik düştü ve sessizliği kapı kilidinin sesleriyle bir kez daha bozdu. Kapıyı açtığında bir kadın kendisine doğru bakmaktaydı. Gözleri ağlamaktan şişmiş ve kızarmış olmasına rağmen güzelliğini korumaktaydı. Kadını davet edemeden, kadın içeriye doğru adımlarını atmış ve odaya doğru gitmeye koyulmuştu bile. Kadının arkasından odaya girdiğinde, kadının kütüphane önünde yere oturmuş, ağlayan yüzüyle karşılaştı. Sesini çıkarmadan masa sandalyesine oturdu ve kadının çilli yüzünü, ağlamaktan şişmiş yeşil gözlerini ve beyaz tenini inceledi. Kapı eşiğinde üçüncü bir kişi belirdi. Konuşmaktan yorulmuş ve çaresiz kalmış bir hali vardı. Sessizce kapı eşiğinde dikildi. Sonra kadının yanına gitti ve kollarıyla kadını sardı. Kadın başını adamın omzuna dayadı, o da dudaklarını kadının kızıl saçlarına...  

Orkan Sipahi
23.50 - 24.6.11
ASM
                         



19.5.11

DELİ





Deli

Yolda biri yürüyor, deli, belli. Aksatarak adımlarını, bir bebek gibi, her an düşecek sanki. İki eli de önünde, açık, gökyüzüne bakıyor avuçiçleri. Zigzaglar çizerek ilerliyor, bir yandan da kendisiyle konuşuyor. Arada duraksıyor, yere sabitlemiş bakışlarını kaldırıyor, aranıyor. Bir şey arıyor belli, çok uzaklardan gelmiş, yırtık üstü başı kirli. Gökyüzüne bakıyor bazen, elini kalbine götürüyor. Yakından bakınca anlıyorum gözü yaşlı, ama ağlamıyor artık, tükenmiş. Durduğu zamanlar kendisiyle konuşmayı bırakıp ağzını açıyor, çığlık atar gibi. Hiçbir ses çıkmıyor, fakat nefes nefese kalıyor. Kaldığı yerden devam ediyor yoluna, arada bir sağa bir sola şüpheli bakışları ve artık yürümeyen ama seken adımlarıyla. Yanından geçen insanları inceliyor bir yandan, onlarda kendisine ait bir şey, tanıdık gelen bir bakış arıyor. Öfkeli olduğu mimiklerinden anlaşılıyor, arada bir kalbine vuruyor sertçe ve kabaca… 

Saçı sakalı birbirine karışmış, zayıflıktan bitkin düşmüş, yıllar yılı boş bir arayış içine girmiş biri. Kaybettiği şey her neyse hayatına mal olmuş, hayatını bir kenara bırakmış, kaybettiği şeyi arıyor. Çaresizlik akıyor baştan aşağı. Deniz kenarlarına gidiyor, bütün sokakları karış karış perçinliyor, parklara giriyor ve düzenli aralıklarla da sessiz çığlığını yineliyor. Bunu yaparken kendini yere atıyor, dizlerinin üstüne çöküyor, kendini kaybediyor. Sonra kaldığı yerden arayışını sürdürüyor, kendisiyle mırıldanmaya, yere sabit bakışlarına, insanlara toslamalarına devam ediyor. İnatla kalbini tutuyor ve sonra olağan bir şeymiş gibi üstüne birkaç yumruk indiriyor. Sanki kalbi tekliyor ve ona şok etkisi vererek düzgün çalışmasını sağlıyor, ya da tekleyen kalbini gerçekten durdurmak istiyor…

Acısı var belli, sefil bir hayat geçirmiş ve buna kaybettiği şey neden olmuş. Kendini suçlayıp duruyor . Görülen tek bir şey var: Artık eski hayatına dönemeyecek olması. Fakat bunu ayırt edemeyecek durumda. Delirdikten sonra eski hayatını unutmuş bile, obsesif şekilde paranoyak ritmini tekrarlıyor. Hayattan soyutlanmış, ne yaptığını bilmiyor. Yaşam onu terk etmiş…

Arada bulduğu çöpleri mideye indirirken bile kendine kızıyor. Boğazına takılıyor yedikleri, öksürük krizlerine giriyor, fakat o halde bile söylenmeye, vücudunun çeşitli yerlerine vurmaya devam ediyor. Ağzı dolu bir şekilde, ağzındakileri etrafa saçarak sessizce haykırıyor. Kimse dönüp ona bakmıyor, benden başka. İnsanlar ya korkuyorlar bu gözü bir tek insan bile görmeyen adamdan, ya da onun gibilerine çok rastlamışlar ve alışmışlar. Ben de bir sure sonra sıkılıp, bakışlarımı insan kalabalığına çeviriyorum. Adamı tekrar gözlerimle aradığımda ise yerinde bulamıyorum…

Orkan Sipahi
20.5.11 – 01.00 am
ANADOLU SAĞLIK MERKEZİ JOHNS HOPKINS        

1.5.11

ASKI VE SORGU



Askı ve Sorgu

            Hayatım boyunca merak etmiştim, hayatım donarsa nasıl olur diye. Gözlerimi açtığımda
devam eden bir hayatın içinde kendimi bulmak, biraz kaybolmak, biraz şaşırmak, biraz sorgulamak; fakat hiçbir şeyi böyle hayal etmemiştim...
            Hayır, bilimkurgu sahnelerindeki gibi donmadım; keşke öyle donsaydım, kaldığım yerden devam ederdim; Aksine, askıya aldım hayatı, rafa kaldırdım. Rafta ise yaşamım bir yoğunluk kazandı, ilk önce hafiflediğini düşündüm; oysa gittikçe ağırlaştı, ağırlaştıkça boşaldı, boşaldıkça anlamlaştı. Anlam anlamsızlığa karıştı, yeni anlamlar ortaya çıktı. Donan hayatım ellerimin arasından kaybettiğim hayatıma mı dönüşüyordu, yoksa hayatımı kazanmaya henüz yeni mi başlamıştım?
            Yoğun olarak kurmaya çalıştığım düzen tepetaklak oldu ve düzensizlikteki boşlukta yeni değerler yeşillendi ve gelişti. Kendimden uzaklaştım, yaşam alanımı terk ettim, limitlere mahkum, kurak çöllerde susuzluktan yoksun halde geri gelmek zorunda kaldım. Her dönüşüm bir değişimdi - hayat donmuş, ben ise değişiyordum.
            Herkes hayatına devam ediyordu – bu hayatın gerisinde, askıdaki başkalarının hayatının bana değmeyen noktasında, ben hayatı sorguluyordum; sorgulamam başkalarının hayatlarına değmiyordu – sorguladığım kendi hayatımdı.
           
Gözlerimin önünde donmuş bir hayat – devam eden zamanın kollarında…
            Gözlerimin önünde devam eden bir hayat – donmuş zamanın kollarında…
           
            Geleceğim mi donmuştu, ben mi, şimdi mi, hayatım mı, hayat mı?
           
Gözlerimin önünde donmuş bir geçmiş – artık nefes almayan…
Gözlerimin önünde donmuş bir gelecek – artık nefes almayan…

Geleceğimin artık nefes almamasının bir sebebi var. Bu, geleceğimin yok olması değil; onu yok etmem. Var olan düzende süregelen geleceğimin artık bana ait olmadığını hissetmem ile onu dışlamam, aynı zamanda ona mahkum olmam. Kabulleniş, değişim ve vezgeçemeyiş. Geleceğimin beni dışlaması, hayatın beni başka türlü sindirmesi, farklı bir gelecek uğruna askıya alınan hayatım ve bitmeyen sorgular…
Üzerine eğildikçe içinde kaybolduğum şimdi ve şimdi ile şekillenemeyen geleceğim çoktan bir biçim alıyor bile. Ben ise izliyorum. Hayatıma müdahele etmeden karışıyorum. Hayatımı değiştirmeden şekillendiriyorum. Dedim ya, hayatım askıda; fakat sorgulamayla yoğurduğum geleceğim - geleceğim soluk almıyor; nefesini tutmuş. Şimdi, durmuş bir zaman mı yoksa canlı mı, ayırt edemiyorum. Geleceğime bir şekil veriyor mu, bilmiyorum - yaşıyorum, nefesim hayata karışmıyor…

  
            Orkan Sipahi
            26.4.11 – 10.49 pm
            ISTANBUL

13.4.11

SON HİKAYE




Son Hikaye

Bölüm I

Bilmiyorum ne kadar zamandır, kalan tek dostum kıvrılmış halde yanıma, -onunla konuşurcasına- düşünmekteyim. Uykusundaki derinliğin izleri uzunca bir zaman geçmiş diye haykırıyor. Haykırışına kulaklarımı tıkıyorum. Ara sıra gözümün ucu, beni sahiplenen tek varlığa dokunuyor. Huzursuz kıpırdanmaları, beni anladığından mı, yoksa rüya gördüğünden mi ayırt edemiyorum. Tek bildiğim, onun hayatını kıskanışımın, odanın atmosferini utangaç kırmızı tonlarına bırakması. Belki de kafamın içinde bütün bunlar…

Size öyle bir karşılaştırma yaratmalıyım ki beyin kıvrımlarınızda kokuşmuş bir görüntü oluşmalı. Bundan sonra size anlatacaklarımı da bu ağır leş kokuyla okuyun ve şu sefil hayvanın hayatını neden kıskandığımı anlamaya çalışın…

Karşılaştırmam basit; fakat nankör, acımasız, keskin ve yakıcı... Hayır hayır! Size madalyonun sadece bir yüzünü göstereceğim! Karşılaştırmayı hikayemin devamını dinledikten sonra kendiniz yapın, kıskançlığımın haklılığını da seçiminize bırakıyorum. Şu an gördüklerimin penceresini size aralayacağım sadece, siz de dokunun bu ana diye…

Bakın hele şuna! Safça duyguları nasıl da sürekli suyun yüzeyinde, atlarken kendilerini gösteren yunuslar gibi, mutlu mutlu suyun içinde hoplayıp zıplayarak coşmakta. Aslında birçoğunuz gibi, bebekler gibi, duygularında radikal değişimlerin olmadığı sıradan insanlar gibi, derinlere hiç inmemişler gibi...

Bana gelince, ben size hikayemi anlatmakla başlayacağım. Farkındayım, henüz o çürük kokusu yok burnunuzda, denizin ferahlığıdır duyduğunuz daha ziyade. Bundan çok daha güzeliyle de karşılaşacaksınız hikayemi dinledikçe. Fakat bir zaman gelecek ve iğrenerek mideniz de bulanacak. Uyarayım ki hazırlıklı olun!

Bölüm II

Her şey bir gün kalbimin olması gereken yerde yoktan var olan, vücudumu sarıp sarmalayan, sarmaladıkça ısıtan; kıpırtı, çarpıntı, heyecan, mutluluk, tedirginlik, duraksama ve arzulama bütününün bana yabancı gelen her bir parçasının içimde uyandırdığı merakla başladı. O duyguyu size daha net açıklayabilir miyim bilmiyorum; fakat kokusunu, rengini ve sesini betimleyebilirim, görüntüsünü size çizebilirim...

Binbir çiçekli bir bahçeniz olsun, gökyüzünde bir yerden şelale aşağı doğru akıyor, her yer rengarenk, her tondan renk gözlerinizi besliyor ve bütün o güzel çiçek kokuları suyun rahatlatıcı sesine, oradan da toprağın taze, dinç ve sakinleştirici rayihasına karışıyor. Kokuyu duydunuz bile değil mi? Nasıl da işlendi bütün beyin kıvrımlarınızın en küçük zerreciklerine ve şehvetle daha derininize çekmek için ne kadar sabırsızlandığınızı tahmin edebiliyorum. İşte ben de o an, bu kokuyu elde etmek ve beynimin bir parçası haline getirmek istedim.

Sonra ne mi oldu? Bir süreliğine benimle kaldı -bana hayat veren- bu cilve ve naz kokulu, içine narinlik akan ve içinden yoğun bir bordo taşan aşk. Fakat ben onunla yetinmedim, daha fazlasını istedim. Daha fazlasını istedikçe de onun bağımlısı olmaya başladım. Bulduğum her köşede içimde kelebeklere hayat veren bu mis kokulu canavarın izini sürdüm. İlkini elde ettim, yetmedi; ikincisini istedim, üçüncüsünü istedim, dördüncüsünü… Hiçbiri açlığımı gidermedi; tersine kalbimi ne kadar böldüysem, o kadar susadım aşka.

Doymak için verdiğim bu uzun arayışta, denemelerim gittikçe külfetlere dönüştü. Kalbimin her bir parçası vücuduma artık o kadar çok batıyordu ki, dayanılmaz sancılar yerini tek bir duyguya bırakmıştı: Acıya!

Bakınca geriye, bütün bunlardan kurtulmak isteyişimin sebebi, bütünü artık elde edemeyeceğim gerçeğinin sıcak damgasını kafamda hissetmemdi. Kaç sarsıcı bölünmeye dayanabilirdi ki bu kalp! Her bölünmede artan tatminsizlik ve giderek izini kaybettiğim o lanet kokuya bürünmüş canavar…

Ben ne mi yaptım? Kalbimin parçalarını tekrardan yapıştırabilmek için umutla zamanın kollarına bıraktım kendimi. Acı içinde, gözlerimi yumdum ve bekledim. Tek dostum olan yalnızlığımın çağrısına sefil bir köpek gibi sürünerek ulaşabilmek için onurumu verdim. Ona kavuşunca da sonsuzluk kadar uzun gelen karanlık dönemime, leş kokulu bir kuyunun içerisine düşercesine, -ağrı dolu bir inlemeyle- zemini boylayarak girdim.

Bölüm III

Bu uzun karanlık dönemimde başka tek bir bölünme bile yaşamadım. Fakat bir iyileşme de yoktu, tersine acı oluk oluk akıyordu, iyileşmeye çalışan saflık içindeki kalbimin bölük pörçük parçaları arasından. Boğuluyordum artık. O halde, sefalet içinde daha fazla kalamazdım. Öfkeyle lanetler savuruyordum her seferinde o güne ve bu şeytan kılıklı duygunun beni bu hale getirmesine!

Ne kadar da saf ve hafif bir duyguydu halbuki! Sonrasında nasıl beni tuzağa düşürerek kalbimi bir kurşun gibi ağırlaştırdı, hiç anlamadım. Bu sindirememezlikle yüreğim daraldıkça daraldı. Tek bir düşünce sinsi sinsi gelişimini tamamladı. Bu alçak düşünce her ne kadar vahşet sayılsa da artık yetmişti bu kadar işkence! Kararı vermiş ve kararıma iyice inandırmıştım kendimi: Boşluktan gelen naçizane sayılamayacak kadar hoş olan bu kokunun tekrar boşluğa geri dönmesi gerekiyordu. İşte bu yüzden, kalbimden kurtulmalıydım!

Dediğimi yaptım. Bir gece büyük bir kararlılık ve cesaretimle söktüm çıkardım kalbimi. İlkin canım çok yandı ama sonrası tam bir hissizlikti, boşluktu. Kulak çınlaması, uğuldaması gibi bir şeydi…

Bölüm IV

Kalbimi çıkarınca, parçalarını elimde tutmakta zorlandım. Ne çok da küçük parçacıklar vardı! Elimden düşen parçaları hemen bir yerde topladım, özenle temizledim. Fakat kulaklarımı rahatsız eden anlamsızlık çınlaması, fazlasıyla cızırtılı boş bir radyo yayınına karışıp benim odaklanmama engel oluyordu. Bu tırmalıyıcı sesi gözardı edip -defalarca kırılarak tuz buz olmuş- her bir parçayı yerlerine yerleştirmeye ve birleştirmeye başladım. Gecelerimi verdim bu anlamsızlıktan kurtulabilmek için…

Uzun süren çabalarımdan sonra, sonunda kalbimi bütünlemeyi başarabildim. Aylarca inceleyip durdum sonra kalbimi. Anlamsızlık içinde anlamlar aradım. Ama tek karşılaştığım dipsiz boşluğun hiçlikte kaybolan yankılarıydı. Yankıların ardından işittiğim tiz yakarışlar kulaklarımı kanatırcasına zedelerken, içine düştüğüm durumu istemeden kabullenip, -özenle- kalbimi olması gereken yerin hemen üstüneki cebimin içine yerleştirdim. Bunu yaparken aklımda tek bir düşünce vardı: O zaman aldığım kararın pişmanlığını bile hissedememek!

Evet, canavarın katili oldum; fakat onun çürümüş bedeni geldiği gibi boşluğa karışmadı; tersine, bendim boşluğa karışan! Burnumun direklerinde ise, beni terk etmeyen bu iğrenç canavarın tiksindirici kokusu…

Boşluğun dayanılmaz uğuldaması içinde; şimdi tek yapabildiğim, duygularımdan yoksun bir halde yediğim son akşam yemeğinin ardından -gözlerim kapalı- intiharımın ayrıntılarını düşlemek…


Orkan Sipahi

Son Düzeltme: 1.3.11 – 3.02 pm
ANADOLU SAĞLIK MERKEZİ JOHNS HOPKINS (1 Ay + 1 Gün)
(Notos Dergisi, Şubat-Mart - öykü yarışması için yazmış olduğum hikaye.)
(Resim Hakkında: GROSZ, George – ‘The Lovesick Man’ - 1916 - Oil on canvas)

6.4.11

TEK ÇARE

 


Tek Çare

Eskiden özgür bedenime sıkışmış,
Bir ruh vardı.
Özgür değildi...

Şimdi özgür ruhuma yapışmış,
Bir beden var.

Ruhum,
Bu bedenden taşmak için uğraşıyor.
Özlemle duyduğu özgürlüğü için,
Bireyselliği için,
Bedenin iyileşmesini beklemekten başka çaresi yok...

Bu çaresizlik içindeki bekleyiş,
Ruhumun,
Tek çaresi...

Orkan Sipahi
6.4.11 – 11.23 am
ISTANBUL